3 Ocak 2018 Çarşamba

Pasajlar: Bülbülü Öldürmek

Harper Lee

*1*
Bayan Maudie ve Scout, Tutucu Dindarlarla İlgili Konuşuyorlar
“Arthur Radley evinde oturmaktan hoşlanır,” dedi Bayan Maudie. “Dışarı çıkmak istemiyorsan sen de evde oturmaktan hoşlanmaz mısın?”
“Hoşlanırım efendim. Ama yine de dışarı çıkmak isterim. Bay Arthur niçin çıkmıyor acaba?”
Bayan Maudie’nin gözleri kısıldı. “Öyküyü benim kadar sen de biliyorsun,” diye cevap verdi.
“Niçin çıkmadığını bilmiyorum. Kimse anlatmadı.”
“İhtiyar Radley’in tutucu bir Baptist olduğunu biliyorsun.”

“Sizin gibi değil mi?”
“Benim kabuğum o kadar sert değil yavrum. Ben sadece basit bir Baptist’im o kadar. İhtiyar Radley, her türlü eğlencenin günah olduğunu düşünen cinsten bir insandı. Bir cumartesi günü bu tutucu Baptistlerden birkaçının geldiğini, benim de, çiçeklerimin de cehenneme kadar yolu olduğunu söylediklerini biliyor musun?”
“Çiçekleriniz de mi?”
“Evet efendim, bahçede gereğinden çok zaman geçirdiğimi, evde oturup İncil okumam gerektiğini düşünüyorlardı.”
Bayan Maudie’yi çeşitli Protestan cehennemlerinde yanarken gözlerimin önüne getirdim. Gerçi Bayan Maudie’nin sert, acı bir dili vardı. Sonra Bayan Stephanie Crawford gibi hayır işleriyle uğraşmazdı. Ama birazcık aklı olan hiç kimse Bayan Stephanie’ye güvenmediği halde, Jem’le ikimizin Bayan Maudie’ye karşı hatırı sayılır bir inancımız vardı. Bizi asla gammazlamamış, özel hayatımıza karşı ilgisiz kalmıştı. İşlerimize burnunu sokmaya kalkışmamıştı. Bayan Maudie bizim arkadaşımızdı. Böyle akıllı bir varlık, nasıl olup da ebedi bir işkence tehlikesi içinde yaşardı, anlamıyordum.
“Bu çok saçma Bayan Maudie. Siz tanıdığım en iyi insansınız.”
Bayan Maudie gülümsedi. “Teşekkür ederim küçükhanım,” diye karşılık verdi. “İşin aslında, tutucu Baptistler kadınları doğuştan günahkâr sayarlar. İncil’i harfi harfine uygulamaya kalkarlar.”
“Bay Arthur bu yüzden, kadınlardan uzak durmak için mi evde kalıyor?”
“Hiç bilmiyorum.”
“Bana hiç de akıllıca bir iş gibi görünmüyor. Eğer Bay Arthur’un amacı cennete gitmekse bile, yine de bir kerecik olsun verandaya çıkabilir. Atticus, Tanrı’nın sevgili kullarının kendi canlarına düşkün olduğunu söyler.”
Bayan Maudie sallanmayı bıraktı. Sesi ciddileşti.
“Henüz hiçbir şey anlamayacak kadar küçüksün,” dedi. “Ama bazen bir insanın elindeki İncil, babanın elindeki viski kadehinden daha tehlikeli olabiliyor.”
Dehşet içinde kalmıştım. “Atticus içki içmez,” diye itiraz ettim. “Hayatında bir kerecik olsun içki içtiğini görmedim... Hayır bir kere içmiş galiba. Evet, bir defa içtiğini ve hoşlanmadığını söylemişti.”
Bayan Maudie kahkahalarla güldü. “Ben baban hakkında konuşmuyordum,” dedi. “Şunu demek istedim: Atticus Finch sarhoş oluncaya kadar içse bile yine de kötü bir insan olamaz. Ama öyle insanlar var ki, bütün zamanlarını öbür dünyayı düşünerek geçiriyorlar. O zaman da bu dünyada yaşamayı unutuyorlar. Çevrene bakacak olursan böyle insanların ne hale geldiklerine pek çok örnek bulabilirsin.”
“Acaba bütün bu... Bay Arthur hakkında söylenenler doğru mudur dersiniz?”
“Neler?”
Anlattım.
Bayan Maudie ciddi bir tavırla, “Anlattıklarının dörtte üçü zenci, dörtte biri de Stephanie Crawford uydurması,” dedi. “Stephanie Crawford bir keresinde bana, gece yarısı uyandığında Bay Arthur’u penceresinden içeri bakarken gördüğünü bile söyledi. Ben de, sen ne yaptın Stephanie, yatağının bir kenarına çekilip ona yer mi açtın, dedim. Bir süre sesini kesti.”
Stephanie Crawford’ın sesini kestiğine emindim. Çünkü Bayan Maudie’nin dili istediğini susturacak kadar sivriydi. “Arthur Radley’in çocukluğunu hatırlıyorum. Kim ne derse desin, benimle hep nazikçe konuşuyordu. Nasıl konuşulacağını bilirdi.”
“Acaba deli mi?”
Bayan Maudie başını sallayarak, “Değilse bile, şimdiye kadar olmuştur,” diye cevap verdi. “İnsanların başına gelen şeylerden nasıl etkilendiklerini asla bilemeyiz. Kapalı kapılar ardında neler olur, ne sırlar...”
Babamı savunmak gereğini duyarak, “Atticus, bana ve Jem’e dışarda yapmayacağı şeyi evde yapmaz,” dedim.
“Hay sen çok yaşa çocuğum, ben sana yalnızca hayatın bir gerçeğini anlatmak istiyordum. Aklımda baban yoktu. Ama mademki şimdi babandan söz ediyoruz o halde şunu söyleyebilirim: Atticus Finch, sokakta nasılsa evinde de aynıdır. Eve giderken pasta götürmek ister misin?”
“İsterim.”

*2*
Atticus, Linç Girişimini Önlemek İstiyor, Çocuklar da İşe Karışıyor
Maycomb Hapishanesi, kasaba binaları içinde en çirkin, buna karşılık insanda en çok saygı uyandıran yapıydı. Atticus, binanın, kuzen Joshua St. Clair’in planını çizmeyi isteyebileceği türden bir şey olduğunu söylerdi. Gerçekten birinin düşlerinden çıkmaydı sanırım. Kare cepheli dükkânlarla sivri çatılı evlerin meydana getirdiği Maycomb’da, bir hücre eninde ve iki hücre yüksekliğinde bir gotik mimari komedisiydi. Minicik burçların altındaki şaha kalkmış payandalarla desteklenen demir parmaklıklı Victoria tarzı pencereler bu komediyi tamamlıyordu. Tyndal’in mağazasıyla Maycomb Tribune binasını birbirinden ayırıyordu. Hapishane, Maycomb’un tek konuşma konusuydu. Beğenmeyenler tarafından olmayacak şeylere benzetilir, beğenenler kasabaya saygıdeğer bir hava kazandırdığını ileri sürerler, yabancılar da içinin zencilerle dolu olduğundan hiç kuşku duymazlardı.
Kaldırımda yürürken ileride bir ışığın yandığını gördük. Jem, “Tuhaf,” dedi. “Hapishanenin dışında elektrik lambası yoktur.”
Dill, “Kapının üstündeymiş gibi görünüyor,” dedi.
İkinci kat pencerelerinden birinin parmaklıkları arasından bir elektrik kablosu uzanıyordu. Çıplak lambanın ışığında Atticus, sırtını hapishanenin ön kapısına dayayarak bir sandalyeye kurulmuştu. Başının üstünde dönen sineklere aldırış etmeden gazetesini okuyordu.
Koşmak istedim. Jem beni yakaladı. “Yanına gitme,” dedi. “Belki istemez. Sağ salim gördük. Artık eve dönebiliriz. Nerede olduğunu anlamak istemiştim.”
Kestirme yoldan dönmek üzereydik ki Meridian yolundan tozla kaplı dört arabanın tek sıra halinde ağır ağır geldiklerini gördük. Meydanı dolaştılar, banka binasını geçtiler, hapishanenin önünde durdular.
Arabalardan kimse inmedi. Atticus’un, başını gazetesinden kaldırıp baktığını gördük. Sonra gazetesini ağır ağır katladı. Kucağına bıraktı. Şapkasını geriye itti. Sanki bu gelenleri bekliyormuş gibi bir hali vardı.
Jem, “Gelin,” diye fısıldadı. Meydanın karşı tarafına geçtik. Bir mağazanın eşiğine girip karanlıkta bekledik. Jem çevresine bakındı. “Daha yaklaşabiliriz,” dedi. Yaklaştık.
Adamlar birer ikişer arabalardan indiler. Atticus, olduğu yerden kımıldamadı. Biraz sonra, kendisine yaklaşan adamların ardında kayboldu. Onu göremez olduk. Biri, “İçeride mi Bay Finch?” diye sordu.
Atticus’un, “İçeride,” diye cevap verdiğini duyduk. “Uyuyor. Uyandırmayın.”
Babama itaat ederek, daha sonra bana iğrenç derecede komik gelen bir şekilde fısıltıyla aralarında bir şeyler konuştular.
Bir başkası, “Ne istediğimizi biliyorsunuz,” dedi. “Kapının önünden çekilin Bay Finch.”
“Evine dön George,” dedi Atticus tatlı bir sesle. “Heck Tate buralarda dolaşıyor.”
Bir başkası, “Tate’in canı cehenneme,” diye karşılık verdi. “Heck’in işi başından aşkın. Buraya gelemez.”
“Sahi mi?”
“Elbette Bay Finch.”
“O zaman durum çok değişir, değil mi?” dedi. Babamın sesi hiç değişmemişti.
Bir başka ses, “Değişir,” dedi. Sesin sahibi bir gölgeydi.
“Sahi öyle mi düşünüyorsunuz?” İki günden beri Atticus’un bu soruyu ikinci kez sorduğuna tanık oluyordum. İşlerin çok ciddileştiğini gösteriyordu bu. Duracak zaman değildi. Jem’in elinden kurtuldum. Bütün hızımla Atticus’un yanına koştum.
Jem bağırdı. Atılıp beni yakalamak istedi ama ondan daha hızlıydım. Adamların arasından yolumu açarak Atticus’un yanına geldim.
“Merhaba Atticus,” dedim.
Ona güzel bir sürpriz yaptığımı sanıyordum ama yüzüne bakınca bütün keyfim kaçtı. Atticus’un gözlerinden korku fışkırıyordu. Dill’le Jem’i görünce kendini tuttu.
Ortalığı pis bir içki kokusu kaplamıştı. Çevreme bakınca, bu adamların yabancı olduklarını gördüm. Dün gece gördüklerim değildi. Şaşırdım. Daha önce hiç görmediğim insanların ortasına atılmıştım.
Atticus, sandalyesinden kalktı. Yaşlı bir adam gibi hareketleri ağırdı. Gazetesini özenle, kırışıklıklarını düzelterek sandalyenin üstüne bıraktı. Parmakları biraz titriyordu.
“Eve dön Jem,” dedi. “Dill’i ve Scout’ı da götür.”
Atticus’un isteklerini hemen yerine getirmeye can atardık. Ama duruşunda bir acayiplik vardı. Jem’in oradan uzaklaşmaya hiç niyeti olmadığını anlamıştım.
Atticus, “Eve gidin dedim,” diye tekrarladı.
Jem başını salladı. Atticus, yumruğunu beline dayadı. Jem de. Birbirlerine meydan okur gibi bakışırlarken, aralarında hiçbir benzerliğin olmadığını gördüm: Jem, ipeksi kumral saçlarını, oval yüzünü ve küçük kulaklarını annemizden almıştı. Atticus’un kırlaşmaya yüz tutmuş siyah saçları, sert hatlarıyla tuhaf bir karşıtlık yaratıyordu. Ama duruşlarında bir benzerlik vardı yine de. Karşılıklı meydan okuyuşları onları birbirine benzetmişti.
“Oğlum, eve dönün dedim.”
Jem başını sağa sola salladı.
Sakallı bir adam, “Ben onu eve yollarım,” dedi. Jem’i kaba bir şekilde yakasından yakaladı. Şöyle bir silkti. Jem’in neredeyse ayakları yerden kesilecekti.
Adama bir tekme savurarak, “Ona dokunma,” diye atıldım. Acı içinde iki büklüm olduğunu görünce şaşırdım. Bacağına vurmak istemiş, daha yukarılara isabet ettirmiştim.
“Tamam, oldu Scout,” diyerek Atticus elini omzuma koydu. “Tekme atmak güzel bir şey değil,” dedi. Haklı olduğumu anlatmaya kalkışınca, “Hayır...” diyerek beni susturdu.
“Kimse Jem’e öyle dokunamaz,” dedim.
“Bay Finch, çocukları yollayın,” diye bağırdılar. “Size on beş dakika veriyoruz.”
Bu garip topluluğun içinde Atticus, Jem’e sözünü dinletmeye çalışıyordu. Jem, Atticus’un buyruklarına, isteklerine, en son da, “Rica ederim Jem eve gidin,” diye yalvarışına, inatla, “Gitmem, gitmeyeceğim,” diye karşılık veriyordu.
Artık bıkmaya, yorulmaya başlamıştım. Ama Jem’in bazı bildiklerinin olduğunu düşünüyordum. Çevreme bakındım. Sıcak bir yaz gecesindeydik. Ama adamlar, boğazlarına kadar düğmeli iş tulumları giymişlerdi. Kolları da yukarı sıyrılmamıştı. Demek ki bunlar çok üşüyen, kolay kolay ısınmayan kimselerdi. Bazılarında şapka bile vardı. Kulaklarına kadar indirmişlerdi. Geç vakitlere kadar dolaşmaya alışık olmadıkları anlaşılan asık suratlı, uykulu gözlü kimselerdi. Bir kere daha, tanıdık bir yüz görür müyüm acaba diye çevreme bakındım. Yarım dairenin tam ortasında bir tane buldum.
“Merhaba Bay Cunningham.”
Sanırım adam beni duymamıştı.
“Merhaba Bay Cunningham. İşleriniz nasıl?”
Bay Cunningham’ın işlerinin ne olduğunu artık iyice öğrenmiştim. Bir defasında Atticus uzun uzun anlatmıştı. İri yarı adam, gözlerini kırpıştırdı. Başparmaklarını, iş pantolonunun askılarına geçirdi. Rahatsız olmuş gibiydi. Genzini temizledi. Başka yana baktı. Dostça yaklaşma planım suya düşmüştü.
Bay Cunningham şapka giymemişti. Başının tepesi, güneşten yanmış yüzüyle bir karşıtlık yaratıyordu. Bundan çoğunlukla şapka giydiğini çıkardım.
Ağırlığını bir ayağından ötekine geçirdi. Kaba işçi ayakkabıları giymişti.
“Beni tanımadınız mı Bay Cunningham? Ben Jean Louise Finch’im. Bir defasında bana yabani ceviz getirmiştiniz, hatırladınız mı?” Ümitsizliğe kapılmak üzereydim. Adam bana aldırış etmiyordu.
“Walter’la aynı sınıftayız,” diye devam ettim. “Walter sizin oğlunuz, değil mi? Değil mi efendim?”
Bay Cunningham belli belirsiz bir baş hareketiyle cevap verecek kadar canlandı. Demek beni tanıyordu.
“Oğlunuz iyi çalışıyor. Çok iyi bir çocuk. Bir defasında onu evimize yemeğe götürmüştük. Size söylemiştir herhalde. Bir defasında da onu dövdüm. Ama çok önemsemedi. Sonunda anlaştık. Kendisine selamımı götürün olur mu?”
Atticus başkalarıyla, sizin değil, onların ilgilendikleri konulardan konuşmanın nezaket kuralı olduğunu söylemişti. Bay Cunningham’ın durumundan oğluyla pek ilgilenmediği anlaşılıyordu. Bunun için konuyu değiştirdim.
“İşler hiç iyi gitmiyor,” dedim. Yavaş yavaş dikkatlerinin bana çevrildiğini fark ettim. Adamların hepsi bana bakıyorlardı. Bazılarının ağızları yarı açıktı. Atticus, Jem’i zorlamaktan vazgeçmişti. İkisi birlikte, Dill’in yanında duruyorlardı. Büyülenmiş gibiydiler. Atticus’un ağzı da yarı açıktı. Kendisinin kaba diye nitelendirdiği bir davranıştı bu. Bakışlarımız karşılaştı. Atticus ağzını kapadı.
“Atticus, Bay Cunningham’a işlerin kötü gittiğinden söz ediyordum. Ama siz, merak edilecek bir şey olmadığını, her şeyin düzeleceğini söylemiştiniz...” Yavaş yavaş kendimi ne kadar gülünç bir duruma soktuğumu anlamaya başlamıştım.
Saç diplerimin terlediğini hissediyordum. Bana büyülenmiş gibi bakan bunca insandan başka her şeye katlanabilirdim. Taş gibi hareketsiz ve sessizdiler.
“Sorun nedir?” diye sordum.
Atticus cevap vermedi. Çevreme, sonra Bay Cunningham’ın yüzüne baktım. Onun yüzü de ötekiler gibi anlamsızdı. Fakat garip bir davranışta bulundu. Eğildi. İki omzumdan yakaladı.
“Walter’a selamını götüreceğim küçükhanımdedi.
Sonra doğruldu. Kocaman elini sallayarak, “Hadi gidelim,” dedi. “Artık gidiyoruz çocuklar.”
Geldikleri gibi adamlar birer ikişer arabalarına bindiler. Kapılar çarpıldı. Motorlar öksürdü. Gittiler.
Atticus’a döndüm. Binaya yaslanmış duruyordu. Yanına gittim. Kolumu çekerek, bizim de evimize gidebileceğimizi söyledi. Mendilini çıkardı. Yüzünü sildi. Burnunu gürültüyle temizledi.

Harper Lee, Bülbülü Öldürmek, "To Kill a Mockingbird", Altın Kitaplar, 2013/8, İstanbul


Hiç yorum yok: